30 Ekim 2017 Pazartesi

Keşke Şair Olmasaydım 3

Keşke Şair Olmasaydım 3

Deneme, bir deli mavi


        Aşık Ahmet ve muhtar sahildeki bankta sohbet ederler...

        Öyle işte muhtar, sanki bir deli yara gibiydi. Sonra zaten her şey için geç oldu. Çok kırgın gitti bana kadınım. Her şeyi severdi de bir yağmuru sevmezdi, çok üşürdü. Öylesine naz falan değil ha, bir hasta olurdu ki sorma, kalkamazdı yatağından günlerce.

        Bakma öyle muhtar, içiyorum ben ama kendimdeyim. Bir ara bana "içkiyi bırak" dediydi, o istiyor diye rakı şişeleri attım ben sokağa, şimdi bakmaya kıyamadığım bir tek rakım kaldı işte. Sajida mezarında huzurla uyuyor, ardında bir sefil bıraktığını da bilmiyor üstelik. Bana Aşık Ahmet diyorsunuz ya, dur hemen mahcup gibi bakma. Seviyorum ben adımı, alıştım da üstelik. Bir anı kadar yakın bana bu isim...

        Öyle narin bir kadındı ki, bakmaya kıyamazdım. Öyle dikkatli bakınca utancından kızarırdı yanakları. Öpmeye doyamazdım sonra. Sol eliyle tutardı hep çay bardağını, bizim oralarda sol elle bir şey yiyip içilmez, ne bileyim ayıplanırdı. Sırf o kendini kötü hissetmesin diye sol elle yemek yemeye  başladım ben muhtar. Kaşıklar düştükçe elimden daha da sevdim Sajida'yı.

        Bir kadının gözlerinin içi böylesine ışıklı olamaz muhtar. Anam hep "Bu kız sana büyü yapmış" derdi. Öyle sevdim ben onu, seviyorum da. Ne olmuş sanki ölmüşse, aşığın sevdası ölümle bitmez muhtar... Çok değil bir iki sene evvele kadar çok iyiydi her şey. Sonrasını biliyon işte, o doktor geldi bizim köye herkese şifa olmaya dediler. Bizim hanım da "gideyim" dedi, "tamam" dedim. Gitti işte...

        "Kansersin" dedi bizim hanıma. İnsan hiç düşünmeden böyle eder mi muhtar? Sen bir güle nasıl dersin soluyorsun. Öyle soldu ellerimde Sajida. Önce büyük şehre gidin dediler gittik. Değişme olmadı, çok geç kalmışınız dediler. Birkaç ince laf ettiler 6 yıl okumanın sanatını konuşturdu adamlar. Şöyle kafaları bir iki yana oynattı üzülmüşçesine. "Bana kalırsa evinde geçirsin kalan zamanını" dedi doktorun biri de. Dayanamadım muhtar, vurdum bi' tane. Sevdiğime ölümü yakıştıramadım muhtar, yoksa vallahi elim varmaz kimseye dokunmaya...

        Sajida da öyle isteyince döndük biz de. Ne istiyorsa canı yaptım, gittim aldım, yaptırdım, yarattım. İmkanımın el verdiği kadarıyla kalan zamanını iyi geçirsin diye uğraştım muhtar. O bana ne dedi peki? (Kısa bir süre sessizlik olur) "Sana acı vermek istemiyorum, beni bırak Ahmed'im" dedi. Bu nasıl laf muhtar, bu nasıl iş, nasıl bir kalp. Ulan öleceksin sen 1 ay sonra beni niye düşünüyon lan sen!

        Sonra oldu da muhtar, bıraktı beni. Bir sabah uyandım nefes almıyordu artık. Ellerinde can yok. Ellerini öptüm bir sürü muhtar. Geri gelir belki diye dualar ettim. Şimdi bana 3 günlük sevdasını anlatıp iç dökenlere ne diye kızmayım. Ulan benim gibi ölüsünü mü öpmek istersin sevdiğinin, sarılsana abi sevdiğine, bırakmasana lan. Benim gibi uykunda mı kaybetmek istersin sevdiğini...

        Uyudum diye kırgın gitti bana muhtar. Şimdi söyle bana muhtar, bu adam nasıl koysun kafasını yastığa, nasıl uyusun eskisi gibi, ya da nasıl yaşasın be muhtar? Rakıyı yenile muhtar, bitmesin hiç, beni ondan bari ayırma be. İşin özü... İşin bi özü de yok be muhtar... herkes ölüyor, bizi de ardında bırakıyor be, ben de buna kızıyorum işte.  Her boka kızıyordum da sattığımın dünyasında, kadınıma kıyamıyordum bi... Eyvallah muhtar ben gideyim.

        Aşık Ahmet saat geç olmadan şişesini kaptığı gibi, Sajida'nın mezarı başında alır soluğu, derinlerden... en derin yerden bir nefes çeker, başını başına denk getirir yatar öylece. Ağzından kelimeler, gözünden oluk oluk akan yaşla karışıp beraber çıkar... "Affet kadınım"...


26 Ekim 2017 Perşembe

Kavgayı Bağıran Rüyalar

Kavgayı Bağıran Rüyalar


bir deli mavi, deneme, intihar

        Yılların yavan yorgunluğu var omuzlarımda. Yılların en koyu gürültüsü şu sıralar hayat. Ve en acı gülümseme yüzümün en derin çizgisi ile birleşmiş. Ben artık gülmeyi bıraktım bu kentin en dar sokağının başını çeken evimde. Neredeyse gülümsüyor yalanları ile bir ömrü bitirecek yüreğim. Tüketiyorum bana ait olmayan şu bedenin, sayaç kurulu kısa zamanını. Tüketiyorum ellerimin hiç birleşmeyecek olan, yarım kalmışlığını.

        Birlikte uyumayacak mıydık biz? Sorular soruyorum kendi kendime. yanıtlıyorum da. "Uyutmadılar" Bu sabah ilk işim ömrümün tek kalan o noktasını onun koynuna sığınarak tüketmekti. Önce bir derin nefes aldım. Hayatında ömrünü verdiği biri olduğunu biliyordum da. Ama yine gittim çalıştığı o yere. Önce ona ulaştım. Bekledim sonra gelmesini, çok beklemiştim ya gerçi,alıştım galiba bu yüreğe uğramamasına. "gelmezse de dönerim" deyip duruyordum.

        Geldi... Öyle bir geliş yok ama. Sanki tüm bana gelişlerin toplamıydı. Tüm benim oluşların. Karşıma oturdu, konuşmuyordu, hep yaptığı gibi kaçacak yerler arıyordu. Ama ben buna da alışmıştım. Belki de benim için değildi bu endişe, sevdiği o kadının duymasından korkuyordu. Bir ömür nefret beslemem gereken o kadını, benim ona veremediğim mutluluğu verdiği için seviyordum neredeyse. Ama ben gözümün arka yerinde artan o baskıyla yaşıyorum. Hani derler ya "dokunsalar ağlayacağım" hah işte! tanımadığım  bir yüz bana dokunsa ağlarım.

        Yaklaşık yarım saati aşkın bir süredir bekliyorduk. Ne o bana "neden geldin" diyebildi, ne de ben ona istediğim o şeyden bahsedebilmiştim. Artık gözlerimin iyice dolduğu o vakit konuşmaya başladım. "nasılsın?" sanki aynı der gibi başını yana doğru eğdi. Konuşmadı, sesini yasaklamıştı sanki bana. Ona son bir kez onunla uyumak istediğimi söyledim. Son bir defa nefesinin duymak, sakallarına dokunmak istediğimden bahsettim. Sonra hayatından tamamen çıkacağım konusunda ona garanti verdim. Kabul etti, yine sesini yasaklamış vaziyette onay verircesine başını sallamıştı.

         O işine döndü, bense saatlerce kapıda bekledim mesai bitimini. Zaten aylarca, yıllarca bekleyen biri için saatlerin bir önemi yoktu ki. Sonra bir daha gördüm kapıdan gelişini. Telefonla konuşuyordu, gülmüyordu, etrafa bakınıyordu. Bir ara göz göze geldik. Durdu öylece, hiç konuşmadı, telefondakine bir şeyler söyledi ve kapattı sonra. Yanıma geldi, yine ses yok, gelmemi istedi ve arabaya  bindik. Saatler süren bir yol ve hiç konuşmayan iki insan vardı. Yalnızlığına dokunduğum bu adamın böylesine kalabalık oluşu beni üzse de artık elimden bir şey gelmiyordu. Eve geldik...

        İki ceset vardı da o eve sığamıyor gibiydi. Ev biraz dağınıktı onun saçları gibi. Sonra kolumdan tuttu ve odaya götürdü beni. Bir an evvel gitmemi istiyor gibiydi. Yüzünde en ufak bir üzülme belirtisi yoktu belki de ama ben biliyordum dokunsak birbirimize ağlayacaktık. Yatağın kenarına oturduk ben hep istediğim sakallarına sürdüm elimi, gözlerini kapattı. Sesi de halen yasaktı... Gamzesini öptüm oracıkta, sakalları arasına öylece gizlenen gamzelerini. Sonra sadece uzandık, kimliğini bile bilmediğimiz o yatağa. Ben gözlerini izledim, yüzünü, mimiklerini, dişlerini, sakallarını, ve daha bir sürü ayrıntıyı. O ise hiç bir şey hissetmemeye yeminli, kendine bir söz vermiş gibiydi. Ya da o kadını çok seviyor gibiydi.

         Ben çok kötü bir şey yaptım.Çok üzülmüş ve kızmıştım beni unutacak oluşuna. Ona beni bir ömür unutturmayacak şeyler yaptım. Önce banyosuna gittim ve elimdeki makasla saçımın ulaşabildiğim her noktasını kestim. Tüm evine bana bıraktığı o duyguyu bıraktım. Ne yaptığımı biliyordu, emindi. gözlerini kapattı sıkıca. Beni bunu yapamaya elleriyle itti. Önce uzanıp son bir kez kokladım boynunu. Hep elimi tutup beni durduruşunu hayal ettim. Ama öyle olmadı. İçeri gittim, balkonuna yuvam dediğim günlerin hatırına bir sigara içtim orada. Sonra bir adama kendini ömür boyu eksik hissettireceğimi bile bile atladım aşağı. Bir kaçarı yoktu. Onun bağırışlarını duyuyordum acı hissetmeyen ama ölümüne az bir vakit kalmış bedenimde. Bana sesini bağışlamıştı sonunda...



17 Ekim 2017 Salı

Ve Tanrı Gülümsedi

Ve Tanrı Gülümsedi

şiir, bir deli mavi, kişisel blog, aşk, aşk şiiri


Bu gece umuda kanat çırptı yalnızlık,
Omzumda dar gelen hayatın askı izleri, 
Bir daha yaşamak istedim şu yılları,
Biraz daha acıyla karışık,
Yaşamak istedim...

Bekledim sonra çokça,
İki kere ikinin beş edeceği günleri bekledim.
Nefes aldıkça göğsümde artan şu sızının bittiği günleri,
Sonra tabi şu yalnızlığın ebedi boşaması beni,
Yarım bir nefes istedim...

İnsanlık tarihinin en yüksek kulesinden aşağı attım kendimi,
Adına doğmak diyorlarmış meğer,
Ölmek istedim daha çok,
Sonra tadına varmak şu kısacık hayatın,
Ben saçlarıma dokunacak birini istedim.

Sonra kızdım insanlara,
Yolda gördükçe gülenleri, çıkıştım,
"Susun" dedim, "daha fazla gülmeyin"
Bize ait olmayan tüm o yollarda, söndürdüm ışıkları,
Sokak lambası bırakmadım koca şehirde,
Meğer ne kadar da eksilmişiz,
Daha da eksilirmişiz

Bilinmeyen, daha adı konulmamış her yere yazdım ismini,
Sonra bir daha uğramadım oralara,
Bir daha hiç ayak basmadım sokağımıza,
Odamıza hiç girmedim, 
Yatağımıza dokunamadım,
Halen dağınık duruyor ortalık,
Evimiz çok dağınık, 
Tabi biz de öyle...

Tanrı gülümserdi belki de yan yana olsaydık...